21/06/2017
Çağımızın en sinsi hastalığı stres,
şiddet ve toleranssızlıktır. Oysa kalplerimiz, stresimiz ancak Kuran’ı
iyi anlamak ve Allah’a gerçek teslimiyetle yatışır. Dinin sadece helal
ve haramlardan ibaret olmadığını, merhametin de, şefkatin de, gerekirse
trafikteki kırmızı ışığa uymanın da dinin gereği olduğunu anlarsak, işte
o zaman kalplerimiz de daha kolay yatışacaktır.
Kurân-ı Kerim manevi doyumsuzluğun, stres ve toleranssızlığın ilacının Yüce Allah’la yakınlaşma olduğunu söylüyor. “Dikkat ediniz. Kalpler ancak Allah’ı anarak yatışır.” Bunun için “zikir” kelimesini kullanır. Bunu “anmak”
olarak tercüme ettik. Aslında boyutları çok daha geniştir bu kavramın.
Zikri, sadece anmak cümlesiyle izah haksızlık olur. Ayeti daraltmak
olur.
Tevekkül bir zikirdir. Sevmek bir zikirdir. Merhamet bir zikirdir. Affetmek bir zikirdir. Kuran bir zikirdir. Namaz bir zikirdir. vb.
Bu listeyi çok uzatabiliriz. Ama önemli
olan bütün bu erdemleri sırf Allah için yapmaktır. İşte Kurân-ı Kerim
ancak bununla doyuma ulaşabilirsiniz diyor. Tedavi budur buyuruyor.
Peygamberimiz (sav) “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz,
nefret ettirmeyiniz” genel ilkesini hayatın tümüne yaymamızı ister.
Hz. Peygamber özel hayatında da bu toleransı esas almıştır. O’nun (sav) bu tavrını anlatan Hz. Aişe (ra) şöyle der:
“Peygamberimiz (sav) iki dünya işi
arasında muhayyer (seçenek sahibi) bırakılınca günah olmadıkça mutlaka
onlardan en kolay olanını alırdı. Ne var ki, şayet günahı gerektiren bir
konu olursa da ondan insanların en uzak olanı Hz. Peygamber (sav)
olurdu. O hiç kendisi için kin tutup öç almamıştır.”
Kolay olanını seçen bir peygamber. Bize
de kolay bir din emanet eden bir peygamber. Birbirimizle ilişkilerimizde
toleransı ve kolaylığı öğütleyen bir peygamber. Bizler ise çoğu kez
kendimize toleranslı davranılmasını isteriz, ama başkasına bunu çok
görürüz.
Arabamızın direksiyonundayız. En ufak bir yol tıkanıklığında veya yanlış
harekette birden asabileşiyor, toleransı unutuyoruz. Ufak bir yol
isteme kargaşasından dolayı cinayete kurban giden insanımızın sayısı hiç
de az değildir. Hz. Peygamber (sav), ‘bana tavsiyede bulun’ diyen
asabına, ‘sert mizaçlı birine sinirlenme’ buyururken, birçok belanın
önüne geçecek bir anahtar sunmuştur aslında.
Bir gün Hz. Aişe ve Hz. Hafsa nafile oruç tutmuşlar. Ramazan ayı değil.
(Bilindiği gibi başlanmış olan nafile oruç düğün, davet gibi sebeplerle –
ihtiyaç halinde – bozulabilir, ama sonradan kaza edilmelidir.) Olayı
Hz. Aişe (ra) anlatıyor:
“Biz oruçluyken iştahımızın çektiği bir
yemek getirildi. Canımız çekti. Biz de kendimizi tutamadık ve
başladığımız o nafile orucu yedik. Hz. Peygamber (sav) geldiğinde
Hz.Hafsa durumu Peygamberimize anlattı. Hz. Peygamber (sav) kızmadı,
kınamadı ‘Başka bir gün kaza edersiniz’ buyurdu. (Ahmed, Müsned, 6,
263)”
Ya bütün gücünü harcadığı halde Fatiha Suresi’ni ve Kur’an-ı Kerim’den
herhangi bir sureyi ezberleyemeyen ve namaz kılmak isteyen kişiye
gösterilen tolerans… Peygamberimiz (sav) adama döner ve der ki ”
‘Elhamdülillah, sübhanallah, la havle vela kuvvete illa billah (güç ve
kudret Allah’a aittir)’ de, yeter. Namazı bunlarla kıl.”
Ezber bozan tavırlar bunlar değil mi?
Acaba kaçımız bunları biliyoruz? Hücrelerine, DNA’larına kadar sevgi,
tolerans ve yaşanabilirlik sinmiş olan bir dinin mensupları birbirlerine
karşı daha toleranslı, merhametli olmalı değiller mi?
Ama maalesef öyle değiliz. Bu konuda kendimizle yüzleşmeliyiz. İyi
Müslümanlığı başkasından değil kendimizden beklemeliyiz. Dinin sadece
helal ve haramlardan ibaret olmadığını, merhametin de, şefkatin de,
affediciliğin de, fakir doyurmanın da, gerekirse trafikteki kırmızı
ışığa uymanın da dinin gereği olduğunu anlatalım. Ve her birimizin
diğerimize son sözü şu olsun mu?
“Allah”ın temiz olarak yarattığı fıtratı
bozma hakkına sahip değiliz. Zira sadece fıtratı değil, kâinatı da,
ekolojik dengeyi de zedelemiş oluyoruz.